BÖLÜM III

Proletarya Diktatörlüğü



Komünist Manifesto ile birlikte, işçi sınıfının enternasyonal hareketi programının hazırlanmasında en önemli katkılarından birini oluşturan Gotha Programının Eleştirisi’nde Marx, şunları söyle yazar: “Bu durumda şu soruyla karşı karşıya geliyoruz: Komünist bir toplumda devlet hangi değişikliğe uğrayacaktır? Başka bir deyişle, böyle bir toplumda devletin bugünkü görevlerine benzer hangi toplumsal görevler bulunacaktır? Bu soruyu ancak bilim yanıtlayabilir; Halk sözcüğünü Devlet sözcüğü ile bin bir biçimde çiftleştirerek bu sorun bir arpa boyu ilerletilmiş olmaz.”



“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yolu ile geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.”[1]



Marx ve Engels tarafından ortaklaşa kaleme alınan bu görüşleri daha sonra Engels, aynı 1875 yılı içinde Bebel’e yazdığı mektupta biraz daha açar. Engels’e, göre, proletaryanın devlete gereksinimi yoktur, olsa bile bunu kendi özgürlüğü için değil, ama hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Özgürlükten söz edildiği anda devlet, devlet olmaktan çıkacaktır.



Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da “sosyalist toplum düzeninin kurulması ile, devletin kendiliğinden dağılacağı ve yok olacağını” söylemesinden sonra komünist toplum yapısı ile ilgili uzun süre suskun kalmasına şaşmamak gerek. Yine de Marx, yeni toplum yapısının, ancak bilimsel bir çalışma ürünü olabileceğini söylerken, ütopyacıların yaptıkları hataya düşmemeye özen göstermekteydi. Marksist doktrinin temeli olan proletarya diktatörlüğü kavramı ile ilgili açıklamaları Komünist Manifesto ile başlatmak gerekiyor.



Komünist Manifesto içinde Marx ve Engels’in yeni toplum yapısı hakkındaki aynı ihtiyatlı tavrını görmek mümkün. Proleter devlet konusunda, ana metin içinde, çok seyrek söz edilir. Bunlardan birinde, geçiş dönemi kast edilerek, proletaryanın politik üstünlüğü burjuvaziden almak için izlemesi gerektiği yol anlatılır. Bunun için proletaryanın, üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde toplaması gerekir.



Açıkça görüldüğü gibi, devleti bu ele alış biçimi, ilk olarak onun tümüyle geçiş dönemine has bir durumu ifade eder ki, Marx daha sonra da bunun üzerinde önemle duracaktır. İkinci olarak, devlet kavramı ile örgütlenmiş proletarya kastedilir. Yani, gerçekte anlatmak istenen yaygın bilinen anlamı ile devlet değil kesinlikle; ama bir şekilde proletaryanın örgütlenişi, bu örgütlenişin gerçekleştiği ülkedir anlatılmak istenen.[2] Çok sonraları F. Engels, bu konuya deyinerek bir açıklık getirir: “Proletarya, devrimden sonra da devlete özgürlük adına değil, düşmanlarını baskı altında tutmak için gereksinim duyacaktır. Bundan dolayı, devlet sözcüğünün yerine, Fransızca komün sözcüğünü çok iyi karşılayan ortaklaşacılık sözcüğünün konmasını önerebiliriz.”[3]



Bu ayrım çok önemlidir; proletaryanın örgütleniş biçimi, geleneksel anlayıştan çok farklıdır. Proletarya devleti, sadece ve sadece, proletarya egemenliğini burjuvaziye karşı savunmak üzere yeniden örgütlendirilir. Sosyalizm olarak adlandırılacak geçiş dönemine özgü bu durum, komünizme geçiş ile birlikte sona erecek, devletin yok oluşuna, sönmesine tanık olunacaktır.



Komünist Manifesto’da ikinci bölümde yeni toplumun olası alacağı yeni biçim olarak bir taslak yer alır. Burada, ana hatları ile üretim araçları ve toplumsal faaliyetlerinin kamusal nitelik almasından söz edilir. Bu kapsamda sayılanlar arasında, tüm bankaların devlet sermayesi ile oluşturulacak ulusal bankalar altında birleştirilmesi, devletin haberleşme ve ulaşımın çalışmalarını üstlenmesi, fabrikalar ve üretim araçlarının devletin elinde toplanacağından söz edilir. Bir bakıma Manifesto’nun bu bölümünde devletin kavramı geleneksel karşılığının dışında kullanılır; ve kuşkusuz bundan Marx’ın özgün olarak geleneksel devletten farklı biçimde tanımladığı proletarya devleti, ve Engels’in tanımladığı ortaklaşacılık anlaşılmalıdır.



Ancak şu kadarını söylemek gerekir ki, yeni toplum ile ilişkili böylesine açık bir tanımlama, Marx ve Engels’in çalışmalarında belki de ilk ve son defa yapılır. Gerçi Komünist Manifisto’da belirtildiği gibi, bunların bir öneri niteliğinde alınması gerekir. Yine de, Marx ve Engels, önlerinde proletarya devletinin niteliği ile ilgili mükemmel bir model sunan Paris Komünü’ne kadar bir daha böylesine kesin hatlarla açıklama yapmaktan kaçınırlar.[4]



Bu taslak listede, devletin geleneksel anlamı ile alınarak yeni toplumda da var olacağı kastedilmekteyse de, bunun yukarıda belirtildiği gibi, daha çok merkezi bir yapı, kamusal alan içinde yer alan bir başka birlik niteliği ile ele alındığı görülür. Nitekim, yeni toplumda yapılacak uygulamalarda sözü edilen devletten çok merkezi bir otoritedir. Bu anlayış, toprak mülkiyeti, eğitim, vs. gibi alanlarda otorite anlayışından da açıkça görülmektedir. Görüldüğü gibi burada bir kere daha, proletarya devletinde geçerli yönetim tarzı ile ilgili tam bir açıklık yoktur. Kuşkusuz, bu konuda yeterli açıklığın getirilmesi mümkün değildi; sınıf hareketinin ulaştığı düzey henüz o dönemde Marx ve Engels’e olayların bilimsel çözümlemesine imkan verecek düzeyde değildi.



Oysa Mark ve Engels, Avrupa’da komünizm hayaleti dolaştığının farkına varmışlardı. Bu hayaletin burjuvazinin yüreğine saldığı korkuyu bir Manifesto olarak duyurmayı düşündüler. Bu düşünce sistematiği, ister istemez kendi içinde bir bütünlük taşımalı, hedef göstermeliydi. Ama bu hedef henüz kesin hatları ile belirgin değildi. Böyle olmasına karşın, Komünist Manifesto’nun ikinci bölümünde taslak niteliğinde verilenler, bugün hala daha birçoklarının kafasını karıştırmaya devam etmektedir.



Marx ve Engels’in, Manifesto’da, yeni toplum ile ilgili olarak getirilen bu saptamalarının sadece bir yaklaşım olduğunu defalarca belirttiler. Paris Komünü sonrasında bu konuda kesin bir açıklığın elde edilmesine kadar tekrar geri dönüp, bunun üzerinde bir değişiklik yapma gereğini duymadılar. Komün ile getirilen açıklık, esas olarak yeni toplumda devletin niteliği ile ilgili idi. O zaman bile, geçen son yirmi beş yıl içinde bir çok değişikliklerin ortaya çıktığını ve bu doğrultuda bazı değişikliklerin yapılmasının düşünülebileceği belirtiliyor, ama ana hatları ile Manifesto’da verilenlerin doğru olduğundan hareket edilerek, Manifesto içinde ikinci bölüm sonunda yeni toplum için verilenlerin o kadar önem taşımayacağı, sonuç olarak burada öngörülen pratik önerilerin her ülkenin somut durumuna göre belirleneceği ifade ediliyordu. Her şeye rağmen, böyle bir değişikliğin kaçınılmaz olduğu, II. bölümün sonunda ileri sürülenlere özel bir ağırlık verilmemelidir. O kısım bugün bir çok bakımdan yeniden yazılması düşünülebilir biçimine açıklanır [5]. Burada anlatılanların, daha sonra Marksist düşüncenin gelişimi sürecine bakılarak, gerçekte acelece davranış olduğu ima edilir.



Her şeye karşın, Marx ve Engels, bu tarihi belgenin ilk biçimiyle kalmasında yine de doğru bulmazlar; sözü edilen bölüm içinde özellikle bir konuda değişikliğin kaçınılmaz olduğunu kabul ederler ve Komünist Manifesto’un 1872 yılındaki Almanca baskısına sadece ve sadece devlet konusunda, bu konunun çok önemli olması nedeniyle, bir düzeltme yapılmasını uygun görürler. Bu değişiklik ile, kısaca proletaryanın, kesinlikle burjuvaziden devralacağı hazır devlete güvenmemesi zorunluluğu belirtilir ve Manifesto’da II. Bölümün sonunda devlet için verilen önerilerin Paris Komünü deneyimi ışığında geçerliliğini yitirdiği söylenir.[6]



Görüldüğü gibi, devlet kavramı, Marx ve Engels’te son derece önemlidir. Komünist Manifesto’nun yayınlanmasından sonra geçen zaman içinde, dünyada ve buna paralel olarak Marksizm’in teori ve pratiğinde çok köklü değişikliler olmuştur. Ama Komünist Manifesto, yayınlanmış şekli ile kitlelere mal olmuş tarihi bir belge niteliğindedir. Bu nedenle Marx ve Engels, zorunlu bile olsa, üzerinde değişiklikler yapılarak bu belgenin bütünlüğünün bozulmasını istemez. Buna karşın, tüm bunları bir yana bırakarak, Komünist Manifesto içinde sadece devlet konusunda kökten değişikliğe gitme gereği duyarlar.



Marx ve Engels’in burada, bilimsel tutarlılık açısından çok duyarlı davrandıkları bir konuda, yani gelecekte kurulacak yeni toplumun niteliği ile ilgili değişikliği her şeye karşın Komünist Manifesto içine dahil etmek istemeleri, bu değişikliğin önemini bir kere daha vurgular. Bunu kendilerinin de ifade ettikleri gibi, komünizmin Avrupa’da ortaya çıkışını belgeleyen bu tarihsel metnin bütünlüğünü her pahasına olursa olsun bozarak yaparlar. Belli ki bu husus, yani proletarya diktatörlüğünün biçimi, Menifesto’dan sonra çok sıklıkla gündeme getiriliyor. Paris Komünü deneyimi ışığında her seferinde olduğu gibi, burada da bir kez daha “burjuva devlet makinesinin parçalanması” gerektiğini belirtilir.



K. Marx, Fransa’da İç Savaş adlı eserinde, 18 Mart 1871 sabahı Komün Merkez Komitesinin artık proletaryanın kendi kaderini kendi eline almanın ve iktidarı fethetmenin kaçınılmaz olduğunu anladığını söyledikten sonra, “Ama işçi sınıfı, devlet makinesini olduğu gibi almak ve onu kendi hesabına işletmekle yetinemez” diye yazar. Bu cümle, Paris Komünü'nün hemen ardından 1872 yılında Komünist Manisfesto’nun Almanca baskısına yukarıda deyinildiği gibi, her şeye rağmen ve aynen– ve olduğu gibi – düzeltme olarak aktarılır.



Komünist Manifesto içinde yapılan bu düzeltme olağanüstü önem taşır. Çünkü Marx ve Engels, Fransa’da Paris Komünü’ne kadar olan süreç içinde yaşanan tüm devrim hareketi içinde proletaryanın sınıf mücadelesi sonucu elde ettiği kazançların kalıcı olabilmesinin ancak böyle mümkün olabileceğini görmüşlerdi. Fransa’da, 1789 ihtilali sonrasında burjuvazi devrimci sınıf olarak sahneden çekilmiş ve bunun yerini proletarya almıştı. Engels’in dediği gibi, bu tarihten sonra Fransa’da bütün devrimler, kaçınılmaz olarak proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilecekti. Öyle ki, zaferi kanı pahasına elde eden proletarya, elde ettiği bu kazancı koruyamıyordu; çünkü proletaryanın bu kazancı, kurulu toplumsal düzen bakımından kesin bir tehlike anlamını taşımaktaydı. Bu nedenle, işçilerin kanı pahasına kazanılmış her devrimden sonra, yani bir savaş patlak veriyor, her seferide proletarya, burjuvazinin devlet makinesi tarafından katliama tabi tutuluyordu.



1848 yılında da böyle olmuştu. Liberal burjuvazi, kendi çıkarları doğrultusunda reform talebine bulunmuş ve bunun için ayaklanırken, onun arkasında proletarya yer almıştı. Liberal hükümetin istediğini elde ettikten sonra muhalefet ile arasında bunalım patlak verince, işçiler bu sefer liberal burjuvaziye karşı sokak savaşına girmek zorunda kalmıştı. Sokak savaşları, eski toplumu yerle bir etti ve, ikinci cumhuriyet kuruldu. Ama işçiler silahlıydı ve kazançlarını koruma konusunda kararlıydı. Cumhuriyetçi burjuvalar, işçilerin taleplerini geri çevirmeden önce onları silahsızlandırmayı başardı. Bunun ardından proletaryaya verilen şeref sözleri unutuldu; yine de proletarya beş gün kahramanca savaştı ama sonra yenildi ve burjuvazi, öç alma konusunda ne kadar acımasız olduğunu bir kez daha gösterdi. Proletaryaya karşı Roma Cumhuriyeti'nin yıkılmasını hazırlayan iç savaşlardan bu yana eşi benzeri görülmeyen bir insan kıyımına girişildi.



K. Marx’ın Onsekizinci Brumaire içinde formüle ettiği “proletaryanın burjuva devletine karşı takınacağı tavır” olağanüstü önem taşır. 1848-49 devrimlerinden edindiği deneyim ile K. Marx, ilk defa muzaffer proletaryanın siyasi iktidarı ele geçirmekle yetinmemesi gerektiğini söyler. Fransa’da, askeri-bürokratik devlet aygıtının gelişmesini gözlemleyen K. Marx, proletaryanın aynı zamanda, burjuvazinin işçi sınıfı sömürüsünde bir araç olarak kullandığı bu aygıtı parçalaması gerektiğini söyler.



K. Marx’ın vardığı bu sonucu değerlendiren Lenin, bunun Komünist Manisfesto ile kıyaslandığında büyük bir adım olduğunu söyler. Lenin’e göre Komünist Manisfesto içinde devlet sorunu oldukça soyut ve çok genel ifadelerle yer almaktadır. Oysa K. Marx’ın proletarya devrimi ile ilgili yukarıda aktarılan tanımı, bu sorunu oldukça somut bir biçimde çözmektedir. Marksist devlet kuramı böylelikle çok temel bir sonuca varmış olmaktadır.



K. Marx da, daha sonra 1852’de Weydemeyer’e yazdığı mektupta, Onsekizinci Brumaire ile vardığı bu sonucun sınıf kavramı ve sınıflar arası mücadele konusunda tarihi nitelik taşıdığını belirtecektir. K. Marx, sınıfların varlığı ve sınıf mücadelesinin uzun zamandan beri bizzat burjuva tarihçileri tarafından tanımlanmış kavramlar olduğunu belirterek onun bütün yaptığı, bu sınıf mücadelelerinin belirli tarihsel aşamalar ile bağlantılı olduğu, bu mücadelenin kaçınılmaz olarak proletaryanın diktatörlüğü ile sonuçlanacağını ve bu ise tüm sınıfların ortadan kalkarak sınıfsız topluma geçişin başlangıcı olacağını söylemektedir.



1871 yılı 18 Mart sabahında ise tarih, bir kere daha silahlı proletaryanın “Vive la Commune!”[7] çığlığı ile uyanacaktı. Proletarya artık kaderini kendi eline almanın gerektiğini anlamıştır. İşte bu noktada K. Marx’, proletaryanın bu tarihi ayaklanışını yorumlar ve burada proletaryanın iktidarı ele geçirerek kendi geleceğinin zaferini sağlamasını yetmeyeceğini, bunu sağlaması için devlet makinesini kullanamayacağını belirtir[8]. K. Marx, bundan sonra özetle şöyle devam eder:



“Burjuvazi için sürekli ordusu, polisi, bürokrasisi, yargıçları, vs. gibi aşamalı bir iş bölümü planına göre oluşturulmuş devlet, burjuvazinin feodalizme karşı savaşımında güçlü bir silah olmuştur. Ne var ki, devlet içinde feodalizmin ortaçağ kalıntıları, senyörlük hakları, soyluluk üstünlükleri, taşra anayasaları gibi muazzam çıkarları kümelenmiş bulunuyor. Buna karşı burjuvazi, 1789 Fransız devriminin dev süpürgesi ile bütün bu geçmiş egemenlik kalıntılarını siler süpürür. Zamanla, modern sanayinin ilerlemesi sonucunda, emek ve sermaye karşıtlığı genişler ve devlet iktidarı, giderek sermayenin emek üzerindeki iktidarı, kendi sınıf egemenliğinin aygıtı haline gelir. Zamanla devlet iktidarının salt baskıcı niteliği ön plana çıkar. İşçileri, 1830 ve 1848 yıllarında bunun tam olarak ayrımına varamayacak, Paris proletaryasının Şubat devrimini ilan ederken yükselttiği “toplumsal cumhuriyet” çığlığı, sınıf egemenliğinin yalnız kralcı biçimini değil, ama kendisini kaldıracak bir cumhuriyet için duyulan özlemi dile getirecektir. Komün, bu cumhuriyetin olumlu biçimi olmuştur. Nasıl burjuvazi için 1789 devrimi, feodalizmin kalıntılarından kurtulmak ve egemenliğini tam olarak yerleştirmek için zorunlu idiyse, aynı şekilde Paris proletaryası da bu yolu izlemelidir.”



Marx, Paris proletaryasının kurtuluşunun devlet makinesinden tümüyle kurtulmasında yattığına işaret eder. Nitekim, Paris proletaryası, hızla bunu gerçekleştirir. 28 Martta Komün ilan edilir, ardından utanç verici “ahlak zabıtası” kaldırılır, 30 Martta askere alma ve düzenli ordu kaldırılır, tüm sağlıklı yurttaşların katıldığı Ulusal Muhafızlar tek silahlı kuvvet olarak ilan edilir, bir sömürü aracı olan emniyet sandıkları kaldırılır, din ve devlet işleri ayrılır, kilise malları ulusal mülkiyete dönüştürülür, laiklik kabul edilir, memurların seçimle göreve gelmeleri ve bu şekilde her hangi bir zamanda görevden ayrılmaları sağlanır, memur maaşları işçi ücretleri ile eşitlenir. Bütün bunlar, Marx’ın devlet makinesinin parçalanması anlamına gelen uygulamalardır.



Komün, yeni proletarya cumhuriyetinin yapısını da tümüyle yeniden şekillendirir. Komün'ün geliştirmeye zamanı bulamadığı kısa bir ulusal örgütlenme taslağı ile, Komün'ün en küçük kırsal yerleşme merkezlerinin bile siyasal biçimi olması ve kırsal bölgelerde sürekli ordunun, hizmet süresi son derece kısa bir halk milisi ile değiştirilmesi gerektiği açıkça ortaya konur. Her ilin kırsal komünleri, ortak işlerini ilin yönetim merkezindeki temsilciler meclisi aracılığı ile yönetecek ve bu il meclisleri de Paris’teki ulusal yetkililer kuruluna kendi temsilcilerini gönderecektir. Esas itibarı ile merkezi işlevlerin yerel düzeydeki yönetimlere aktarılması öngörülür. Merkezi hükümete kalan az sayıda, ama önemli görevler gerçeğe aykırılığı biline biline söylendiği gibi kaldırılmayacak, ancak komünal, yanı sıkı sıkıya sorumlu –görevliler tarafından yürütülecektir.



K. Marx, için çağdaş devlet iktidarını paramparça eden Komün’ü proletarya diktatörlüğünün ideal biçimi olarak değerlendirir. Onun ortaçağ komünlerini andırdığı, yada küçük devletler federasyonu oluşturma girişimi olduğu, devlet iktidarı karşıtlığı, haksız yere aşırı merkeziyetçilik karşıtı girişim olduğu eleştirilerini tümüyle reddeder. Tam tersine Komün'ün o güne kadar toplumun sırtından geçinen ve onun özgür hareketini kötürümleştiren asalak devlet tarafından emilen tüm güçleri toplumsal gövdeye geri verecektir. İşte K. Marx ve F. Engels Komünist Manifesto içinde, devletin parçalanması gerekliliği ile bunu anlatmak istemiştir.



F. Engels, Paris Komünü’nün 20. Yıldönümü vesilesi ile Marx’ın Fransa’da Sınıf Savaşları adlı eserinin Almanca üçüncü baskısında yer alan giriş yazısında Marx’ın tarafından geliştirilen teorik genellemenin önemine bir kez daha değinir. Açıktır ki K. Marx, bu çalışmasında Komün deneyiminden çıkan en özlü dersi çok zorunlu gördüğü için Komünist Manifesto içinde yansıtmış, burjuva devlet makinesinin parçalanması gerektiğini belirtmişti. F. Engels de bu önsözünde aynı çözümlemeyi sürdürerek, gerçek bir proletarya diktatörlüğü olan Paris Komünü'nün belki de ayakta kalamamasının tek nedeni olarak, asırlar boyu tüm insanlığa adeta batıl itikat gibi yerleşmiş, hatta modern çağda filozofların kafasındaki idealin gerçekleştirilmesi için Tanrının dünya üzerideki felsefi dile çevrilmiş saltanatı olan devletin nasıl bir kötülükler kaynağı olduğunu tam olarak anlaşılamamasının yattığını söyler. Gerçi komün, sınıf egemenliği savaşımında kalıt olarak aldığı bu makineyi hemen budamaya başlamıştı[9], ama hala daha Komün önderleri bu kalıtsal nitelikteki kötülüğün etkisinden kurtulamamışlar, o kutsal saygı nedeniyle, Fransız Bankasının kapıları önünde duraksamışlardı! Bu ayrıca çok ağır bir siyasal yanlışlıktı. Komün elindeki banka, on bin rehineden daha değerliydi.[10]



Nedense bu tür tanrısal korkular, halen daha tüm boyutları ile devam ediyor. Proletarya diktatörlüğünü Marksizm'in temel öğretisi olduğunu unutanlar, Fransız devrimi sonrası 1830, 1848 ve son olarak 1871 devrimlerinde devrimin öncülüğünü yapan proletaryanın burjuvazinin ihaneti sonucu tarih boyunca görülmemiş bir katliam ile kitle halinde imha edildiğini unutarak proletarya diktatörlüğünün proletaryanın en meşru savunma hakkı olduğunu unutuyorlar. Nasıl sosyal demokrat hamkafa proletarya diktatörlüğünden söz edildiğini duyunca hidayete erdirici bir korkuya kapılıyorsa,[11] aynı şekilde proletarya diktatörlüğünün gücü, Paris Komünü'nde olduğu gibi, tüm iktidarın sıkı sıkıya elde tutulmasından, ve bunun için burjuva devleti ters yüz edip kullanmaktan değil, ama böyle düşündüğü halde, iktidarı ele geçirdiğinde bunun tam tersini yapan Blankistlerin yaptığı gibi, Paris Komünü'nün yerel komünlerin gücüne temellendirilmesinden, ya da Rusya’da devrim sonrasındaki ancak ilk bir kaç ay süre ile gözlenebildiği gibi, tüm proletarya iktidarının fabrika komiteleri temsilcilerin oluşturduğu yerel Sovyetlere dayandırılmasında olduğu gibi, proletaryanın kendi gücünden kaynaklandığını unutuluyor.



Lenin ve Proletarya Diktatörlüğü Lenin’in üzerinde en çok tartışılan eserlerinin başında gelen Devlet ve Devrim adlı eseri, esas olarak iki yönü ile öne çıkar. Birincisi, Marx ve Engels’in, sosyalist ve komünist toplumun örgütlenişi hakkında Komünist Manifesto’dan başlayarak Paris Komünü deneyimine kadar söylediklerini özetler, son olarak Marx’ın Paris Komünü’nün 20. yıl dönümü vesilesiyle Fransa’da İç Savaş’ın Almanca üçüncü baskısında, Engels’in Komün’den sonra geçen yirmi yıllık gelişmelerin kısa bir değerlendirmesini aktarır. Bununla kalmaz, Mark ve Engels’in proletarya devleti hakkındaki düşüncelerinin gelişimini onların somut gelişmeler bağlamında evrimini çizer.[12]



Eylül 1917 tarihini taşıyan Devlet ve Devrim’in ikinci özelliği, Lenin’in artık çok yakın bir tarihte gerçekleşmesi an meselesi olan proletarya devletinin biçimi ile bağlantılı bir arayışını içeriyor olmasıdır. Lenin’in bu çalışması içinde onun için çoğu zaman bir olduğu gibi, devrim sürecinin pratik dönüm noktasını oluşturan bir aşamada karşı karşıya kaldığı kuramsal ve pratik sorunları çözme amacını taşımasıdır. Ama bu sefer karşılaştığı pratik sorun, o zamana kadar karşılaştıklarından hepsinden daha büyüktür: Rusya’da devrim artık kaçınılmaz bir ivme ile gelişmektedir. Ama Rusya topraklarında devrimin karşı karşıya kaldığı sorunlar, işçi sınıfı hareketinin uzun zamandır tarih sahnesine çıktığı ve önemli aşamalar kaydettiği Avrupa’da olduğu kadar net ve belirgin değildir. Ne var ki, Rusya devrime daha yakın görünmektedir ve bu da devrimin öncülerinin göreceli olarak puslu da olsa bu yolda ilerlemelerini gerektirmektedir. Burada da Lenin, devrimin eli kulağında olmasına ve genel olarak devrimi yapacak proletaryanın tam olgunlaşmamış ve halkın henüz küçük bir kesimini oluşturması sorununu aşma çabası içindedir. Lenin’in bu koşullar altında belli zorlamalara ve sübjektif değerlendirmelere girmesi kaçınılmaz görünmektedir. Nitekim, bunu devrim arifesinde Lenin’in düşüncesinde Devlet ve Devrim içinde yansıdığı görebilmek mümkündür.



Mark ve Engels, proletaryanın mevcut devlet gücünü onu olduğu gibi kullanmak için ele geçirmekten çok, bu devlet gücünü ordusu, polisi ve bürokrasisi ile dağıtıp, parçalayıp yerine kendi devletini, proletarya devletini koyması gerektiğini söyler. Proletarya devleti ile ne kastedildiği de Komün örneğinde olduğu gibi düzenli ordu ve polis yerine, silahlı proletaryadan oluşan milis kuvveti, bürokrasi yerine de seçimle işbaşına gelen ve işçilerle aynı koşullarda olacak seçilmiş memurlar tanımı yapılır. Görüldüğü gibi, Marx ve Engels burada proletarya devleti için geleneksel burjuva devletinden çok farklı bir örgütlenme biçimi önermektedir.



Ama Lenin bu konuda farklı düşünür. Lenin, Marx ve Engels’in geçiş döneminde esas olarak burjuvazinin saldırılarına karşı koymak için zorunlu olduğunu belirttikleri proletarya devleti kavramını fazlası ile öne çıkartmaktadır. Devlet ve Devrim içinde bu konuda şunları söyler: “Kapitalizme karşı mücadelesinde proletarya, cumhuriyetçi burjuvazi de dahil, tüm burjuvaziyi, onun ordusunu, polisi ve bürokrasisi ile birlikte ezer, atomlarına ayırır ve yeryüzünden siler ve onun yerine, tüm halkın katıldığı milis gücü niteliğinde silahlı işçilerden oluşan devlet makinesini ama sonuçta yine bir devlet makinesini niteliğinde olan daha demokratik devlet makinesini geçirir”.[13]



Lenin, bu eserinde sık sık “zora dayanan devrim” kavramı üzerinde durmaktadır. Marx ve Engels proletarya diktatoryası kavramı içinde zor unsuruna deyinir, ama bundan Lenin’in söylediği gibi burjuvazinin ezilmesi, atomlarına ayrılması ve yeryüzünden silinmesi anlamı çıkartılamaz. Burada Lenin’in yaptığı tanımlama ve onu dile getiriş biçimi, farklı bir yaklaşımı sergiler. Mark ve Engels’in önerilerinde zor kavramı kesin olarak görecelidir; bir başka deyişle, kapitalizmin vadesinin dolduğu ve burjuvazinin ülkeyi yönetemez duruma geldiği andan itibaren proletaryanın önü açılmış demektir. Ama bu yetmez. Proletarya, egemenliği ele geçirmek için son müdahaleyi yapması, devrimi gerçekleştirmesi gerekir. Bundan sonrası, Marx ve Engels’in tanımlaması ile, tümüyle devrimin karşı karşıya kaldığı somut koşullarla belirlenecektir. Bunun için Paris Komünü, Şubat ve Ekim devrimi çok zengin ipuçları sağlar. Hepsinin ortak yönü, devrimin burjuvazinin tükenmesi ve işçi sınıfının proletarya devletini kurma iradesidir. Bu irade, Komün ve Sovyetlerin oluşturulması ile kendini gösterdi. Silahlı proleterlerin oluşturduğu Komün ve Sovyetler, her üç durumda proletarya devletinin somutlaşması, devrimin gerçekleştirilmesi anlamını taşıdı. Bundan sonra devrim, silahlı proletaryanın gücü ile yoluna devam etti.[14]



Lenin, “zora dayanan devrim” konusunda bir yerde şunları söyler: "Burjuva devleti, genel kural olarak zora dayanan devrim ile sona erdirilebilir. Bunun kaçınılmazlığı yürek pekliği ile açıkça Felsefenin Sefaleti ve Komünist Manifesto’da yer alır. Marx’ın Gotha Programını eleştirisini de unutmayalım. Tüm Marx ve Engels’in teorisinin temelinde kesin olarak böylesi zora dayalı devrim anlayışının kitlelere sistematik olarak benimsetilmesi zorunluluğu yatar. Kautkist eğilimlerin temelinde bu propaganda ve ajitasyonun ihmal edilmesi yatar.”[15] Ne var ki, Marx ve Engels’in teorisinin temelinde zora dayanan devrimin yattığını, sadece yatmakla kalmayıp bunu kitlelere ısrarlı bir biçimde propaganda yapılması ve ajite edilmesi gerektiğini kabul etmek mümkün değildir. Zor kavramı, Marx ve Engels’in eserlerinde hiç yok demek değil, ama Lenin’in yukarıda sözünü ettiği eserlerde, tam olarak devrimi zorunlu “zor” kavramı ile bağdaştıran yalnızca Komünist Manifesto’da, o da yalnızca iki yerde var. İlkinde, devrimin o zora dayanan, parıltılı anı geldiği noktada denilirken, burada zorun kimin tarafından uygulandığı belirsizdir. İkincisinde açıkça, burjuvazinin zora başvurularak devrilmesinden söz edilir.[16] Ama bunun dışında Marx ve Engels’in ısrarla durduğu konu burjuvazinin esas olarak kurumsal niteliği ile tasfiye edilmesi, varlığına son verilmesi, ortadan kaldırılması, vs.’dir. Kuşkusuz burada zor de gerekecektir. Ama sadece zor yetmez; ama daha önemli olan, proletaryanın burjuvazinin egemenliğine alternatif olabilecek toplum düzenini kurabilmesi becerisidir. Bunun bileşenlerinden biri de, proletarya devletinin sadece ve sadece burjuvazinin düşmanlıklarını zor kullanarak engellemek amacıyla ve sırf buna yönelik örgütlemesidir. Marx ve Engels, bu iki örnek dışında devrimin zora dayanan yönünü öne çıkarmaz. Bunu kabul etmediklerinden, yada böyle bir tutumu sakıncalı gördüklerinden değil, kesinlikle. Ama, Marx ve Engels’in asıl ilgilendiği, Lenin’den farklı olarak, burjuvazinin artık çağdışı kalması sonucu ülkeyi yönetememesi, öte yandan proletaryanın egemenliği eline geçirmesi iradesini gösterebilmesidir.



Lenin’in devrimci zor kavramını tüm Marksizm öğretisinin temel anlayışı düzeyine yükseltmesi, bir anlamda proletaryanın devrim sonrası geleneksel burjuva devleti ve egemenliğine karşılık gelen görevlerini geleneksel devlet örgütlenmesi dışında kendine özgü demokratik örgütlenişi içinde – biri dışında, o da burjuvazinin saldırılarını zora başvurarak karşı koyacak proletarya devleti dışında – göz ardı etmekte, bunu proletarya devleti sorumluluğuna vermektedir. Nitekim, Lenin, şöyle demektedir: “Devlet “özel baskı gücüdür. Burjuvazinin proletaryayı egemenlik altına alan “özel baskı gücü” – burjuva devleti- proletaryanın “özel baskı gücü” – proletarya devleti- ile yer değiştirmelidir.”[17]



Lenin, burjuva demokratik devletini yıkan proletaryanın onun yerine, daha demokratik nitelikte de olsa, sonuç olarak yine bir başka devlet makinesini getirir derken, Marx ve Engels’in proletarya devletinin gerçekte bir devlet niteliğinde olamayacağı hakkında söylediklerini unutmuş görünüyor.[18] Marx ve Engels’in Paris Komünü’den ve Komünist Manifesto’da yapılan düzeltmeden sonra, öteden beri üzerinde durdukları proletarya devletinin niteliği ve oluşumu konusunda çok ihtiyatlı davranırlar. Engels, proletarya devrimden sonra da devlete gereksinim duyacaksa, bunu özgürlük adına değil, düşmanlarını baskı altında tutmak için uygulayacaktır. Bu nedenle devlet kelimesinden çok, Fransızca komün yerine geçecek ortaklaşacılık demenin daha doğru olacağını, programda devlet kelimesi yerine bunun kullanılmasını öneriyoruz, der. Biz derken, o sırada birlikte olduğu Marx’ı kasteder.



Böyle olmasına karşın, Ekim devrimi öncesi arayışı içinde olan Lenin, devleti devrim sonrasında eski biçimiyle yeniden gündeme getirir. Lenin bununla da kalmaz, bu katkısını bir adım daha ileri götürür, şöyle devam eder: “Komünizm döneminde belli bir süre yalnızca burjuva yasaları geçerliliğini korumaz; aynı zamanda burjuvasız burjuva devleti de varlığını sürdürür!”[19] Açıktır ki, Lenin artık aradığını bulmuştur! Rusya proletaryası, artık öteden beri söylendiği gibi, devleti yeniden kurma zahmetine katlanmayacaktır. Nasıl olsa, böyle bir burjuva devleti vardır. Hem, Rusya kapitalizm açısından az gelişmiş bir ülke olarak değerlendirildiğine bakılarak, bunun zorunlu bile olduğunu söylemek mümkündür.



Lenin’in böyle bir sonuca nasıl vardığı, tek başına yukarıda verilen ayrıntıdan anlaşılıyor. Devrim ile birlikte sistemin işleyişinde bıçak gibi kesilme söz konusu olamaz, eski sistemin burjuva yasaları devam eder, demek ki, burjuva devleti de devam etmelidir. Ama bu gerekçesini şu şekilde destekler Lenin: “Komünizmin ilk evresinde, kapitalizmin kalıntılarından tümüyle kurtulmak mümkün olmaz. Bu yüzden, komünist rejimde, bu rejimin ilk evresinde “burjuva hukukunun sınırlı ufku” korunur. Kuşkusuz, burjuva hukuku, tüketim nesnelerinin bölüşümü bakımından, zorunlu olarak bir burjuva devlet’e dayanır; çünkü, koyduğu kurallara uymaya zorlamaya yetenekli bir aygıt olmaksızın, hukuk hiç bir şey değildir.”[20]



Lenin’in bu katkısı ve onu bu sonuca götüren gerekçeler üzerinde durmadan, onun önerisinde sosyalist ya da komünist toplumda, burjuva devletinin nasıl söneceği ve yok olacağının yer almadığını hatırlatmak yeterli olacaktır. Oysa Marx ve Engels’in önerisinde bu çok açık ve oldukça anlaşılır niteliktedir: Proletarya devleti, sadece ve sadece düşmanı burjuvaziyi baskı altına tutmak (onu ezmek veya atomlarına ayırıp yeryüzünden silmek için değil) örgütlenecektir. Bu baskı altında burjuvazinin doğal olarak çözülmesi sürecine paralel olarak salt bu amaçla kurulmuş olan proletarya devleti de, bu şekilde sınıfların yok olması ile kendi doğal çözülme sürecine girmiş olacaktır.



Marx ve Engels’in devlet ve proletarya devleti – ortaklaşacılığı- üzerinde çok duyarlı Paris Komünü ile edindikleri zengin deneyim yanı sıra Engels’in devlet konusunda yapmış olduğu kapsamlı çalışmalara dayanır. Engels, bu çalışmalar sonucunda devletin çok özgün bir niteliği üzeride durur ve şunları söyler: “Toplum, kendisinden vazgeçemeyeceği bazı ortak görevler yaratır. Bu görevlere atanan kişiler, toplumun bünyesinde, işbölümünün yeni bir dalını meydana getirirler. Böylece, söz konusu kişiler, kendilerine vekillik verenlerin karşısında da bir takım özel çıkarlar elde ederler ve onların karşısında bağımsızlaşırlar.”[21]



Sömüren sınıfların sömürülen sınıflara olan egemenliği hiç de yabana atılmayacak bir karşılık ile temin edilebilmektedir; devlet giderek hizmet verdiği sömürücü sınıflardan bağımsızlaşabilmektedir.[22] Engels, bu karşılığın hiç de yabana atılamayacak kadar kapsamlı olduğunu aktarıyor. Bir kez bağımsızlığını elde eden bu güç, toplumda egemen sınıflar arası çelişkilerden yararlanarak kendi özgücüne kavuşan yeni siyasal güç haline gelir. Öyle ki, devlet iktidarı – bağımsız güç olarak – ekonomik gelişme üzerinde yapıcı etki yapabildiği gibi, bu gelişimin tersi yönde etkide bulunur. Öyle ki, kimi zaman gelişme yollarını tıkar; toplumu iflasa sürükler. Bazı durumlarda gelişmeye ağır zararlar verir ve yığınla enerji ve malzemenin çar çur edilmesine yol açar.



Engels’in de belirttiği gibi devlet, sahip olduğu bu güç ve göreceli bağımsızlık ile, burjuvazinin egemenliği için tehlike oluşturabilecek nitelik kazanabilir. Şüphesiz, burada altı çizilmesi gereken nokta, proletaryanın burjuva egemenliğine son verilmesi için onun egemenliğini temsil eden devletin burjuvazi için de tehlikeli olabilecek bu özgün niteliğini, onun burjuvaziden bağımsız olma özelliğini de göz önünde bulundurması gerektiğidir. Devletin bu bağımsız niteliğinin, burjuvazinin artık derin bunalımlarını simgeleyen emperyalist dönemde çok daha belirgin olarak ortaya çıktığı görülüyor. Devlet burada, kapitalizmi ayakta tutabilme amacıyla eskisinden çok daha güçlü bir konuma gelmiştir. Bu şekilde, emperyalist dönemde devlet, burjuvazinin sınıf egemenliğinin ayakta tutan ordusu, polisi, bürokratı yanı sıra, aynı zamanda içine kapitalizmin bunalımını denetleyici ve düzenleyici işlevi üstlenen kadroların oluşturduğu geniş bir orta sınıf temeli üzerinde yükselir hale gelmektedir. Engels, burjuvazi, kendi egemenliğini temsil eden devlet ile birlikte, aynı zamanda tarih sahnesine devleti etten kemikten temsil eden orta sınıfın sahneye çıktığını söyler. O zaman da işçi sınıfının, yalnızca burjuvazinin egemenliğine son vermekle kalmayıp, aynı zamanda devleti bir noktadan sonra sırf kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda ve en alçak yöntemlerle kullanan orta sınıf ile mücadele etmek durumunda kaldığını göz önünde bulundurmak gerekir.



Marx, burjuva devletini, onun tüm kurumları ile birlikte ortadan kaldırılması üzerinde ısrarla durması bu bakımdan da önemlidir. Devletin görece bağımsızlığından sonuna kadar yararlanan orta sınıflar, proletarya için başlı başına bir tehdit oluşturmaktadır. Bu nedenledir ki Marx, Paris Komünü’nün, ilk uygulama olarak daimi orduyu lağvetmesi ve bunun yerini behemehal silahlı halkın almasını alkışlamaktadır. Bizatihi Komüncüler, kentin çeşitli bölgeleri temsil için seçilmiş, çoğunlukla işçi sınıfından gelen ve kısa süreli görev için atanmış ve herhangi bir anda görevine son verilecek Komün üyelerinden oluşur. Polis merkezi hükümetin adamı olmaktan çıkartılır, her an görevden alınabilecek nitelikte Komün hizmetine verilir. Aynı şey, bütün idari kademelerde bulunan devlet memurları için de geçerlidir. Komün temsili nitelikte, yani parlamenter organ olmaktan çok, aynı zamanda yürütme ve yargıdan sorumlu çalışan bir organdır. Komün üyelerinden başlayarak, bütün devlet memurları, işçilerle aynı ücreti alır. Yalnızca kent yönetimi değil, ama, devletin elinde olan her türlü yetki, Komün'e devredilir!



Devletin Tasfiyesinin Kaçınılmazlığı
Engels’in yapmış olduğu kapsamlı çalışmalar devlet ile orta sınıf özdeşliğini açıkça sergiler. Devlet örgütlenmesi içinde toplumda belirli kesimi halkın üzerinde bir konuma çıkartan görece elverişli, rahat ve saygın görevler dağıtılır. Dağıtılan bu görev, ordusu, polisi ve memuru ile burjuvazinin egemenliğinin temsil edilmesidir. Kuşkusuz, burada altı çizilmesi gereken nokta, burjuva egemenliğine son verilmesinin yeterli olmayacağıdır. Çünkü, sayıca çok az olan burjuvazi, egemenliğini burjuva demokrasisi içinde meşru olarak temsil etmesi için devlet ile birlikte, onu devleti etten kemikten temsil eden geniş bir asalak orta sınıf ile ittifak yapmak zorundadır. Bu nedenle, işçi sınıfı bir taraftan burjuvazinin egemenliğine son verirken, aynı zamanda devleti oluşturan orta sınıf ile mücadele etmek durumundadır.



Belirli koşullar altında birbirleri ile sürekli mücadele içinde olan burjuvazi ve proletarya arasında kimi zaman sözde aracı konumunda bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık durumunu korur. Bir bakıma, burjuva egemenliğini yansıtan devlet, yukarıda Engels’in de değinmiş olduğu gibi, sahip olduğu bu güç ve göreceli bağımsızlık ile, burjuvazinin egemenliği için tehlike oluşturabilecek nitelik kazanabilir. Engels, buna örnek olarak Fransa’da Bonapart, Almanya’da Bismark’ı gösterir. Devlet, bu görece denge içinde adeta tarafsız, sınıflar üstü ve her şeyden önemlisi de, Bonapartist nitelik kazanır. Bu durum, proletaryanın mücadelesinde çok farklı bir nitelik kazandırır. Devleti oluşturan ve burjuvazinin egemenliğinin temsil görevini üstlenmiş orta sınıfların burjuvazi ile yapmış oldukları işbirliğini kırmak ve orta sınıfları burjuvaziden izole etmek mümkün olmaz. Bonapartist nitelikteki devlet içinde orta sınıflar da, aynen üretim araçlarına sahip olan burjuvazi gibi, proletaryanın karşısına dikilir, onunla dişe diş mücadeleye girişir.



Bütün bunlar, Marx ve Engels’i, burjuva devletinin tek tek her kurumunu, ordusundan memuruna kadar, hatta ne kadar ulusal ve saygın nitelik taşırsa taşısınlar, Paris Komünü örneğinde olduğu gibi, ulusal bankaları da dahil tasfiye edilmesi, dağıtılması gerektiğini söyler. Engels, vaktiyle sınıfların ne kadar kaçınılmaz biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar da kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacağını söyler; bunlarla birlikte devlet de aynı şekilde kaçınılmaz birlikte yok olacaktır. Üreticilerin özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, tüm devlet makinesini bundan böyle kendine layık olan yere, bir kenara atacaktır: asar-ı antika müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına”



_______________________________



[1] K. Marx, F. Engels, Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi, ikinci Baskı, Sol Yay., Mayıs 1976, s.41.

[2] Sosyalizm eşittir devletçilik basitleştirmesini kullananlar, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da proletarya devlet için yaptıkları tanımlamayı çoğu zaman yanlış kullanırlar: “Proletarya, politik üstünlüğünden, sermayeyi burjuvaziden dilim dilim koparıp almak için, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde toplamak ve olabildiğinde hızla, üretici güçlerin miktarını çoğaltmak için yararlanacaktır.”, K. Marx, F. Engels, Komünist Manifesto, Bilim ve Sosyalizm Yay., S. 51. Burada verilen biçimiyle, üretim araçlarının devletin mülkiyetine geçmesi diye bir şey kesinlikle söz konusu değildir. Burada, üretim araçlarının proletaryanın egemenlik örgütünün elinde toplanması, kontrolüne geçmesinden söz edilir. Esasında, bu tanımlamada bir mülkiyet ilişkisine deyinilmez.



[3] F. Engels, Bebel’e yazdığı mektupta, devlet konusunda, “sosyalist düzenin kurulması ile devletin kendiliğinden dağıldığı ve yok olduğu açıkça söylenmesine” hala daha halkçı devlet konusunda ısrarlı olan anarşistler eleştirir. Engels, devamla, devletin salt düşmanları bastırmak için geçici olarak yararlanılacak bir kurum olduğunu söyler. Daha sonra Marx ile birlikte devlet yerine komün veya Almanca topluluk anlamında Gemeinwesen kelimesinin kullanılmasını önerdiklerini belirtir. K. Marx, F. Engels, Gotha ve Erfurt Programları..., s. 136.

[4] K. Marx ve F. Engels, esas olarak komünizm üzerine kehanette bulunmaktan çok, kapitalist sistemi çözümleme ve onu anlamaya odaklanmışlardı. Bu çabaları da kuşkusuz tümüyle ona alternatif komünist toplumun biçimlendirilmesi amacınını taşıyordu. Sadece hayal ettikleri bir dünya yaratmak çabasında olan ütopyacılardan farklı olarak, komünist toplum hedeflerini kapitalist toplumun gerçekleri üzerine inşa etmekti bütün amaçları. Ama, yeri geldiğinde, örneğin, Komünist Manifesto’da olduğu gibi, komünist toplum beklentilerini dile getirmekten çekinmeyeceklerdi. İşçi sınıfının enternasyonal mücadelesinin ilk aşamalarında onlara bir komünist toplum hedefi göstermemek olmazdı. Komünist Manifesto’ta komünist toplumla ilgili anlatılanlar, büyük ölçüde onların böyle bir toplumun sahip olması gereken özellikleri için bir beklentiden öte geçmeyecekti. Ne zaman ki, Paris Komünü ile karşılarında canlı bir proletarya diktatörlüğü örneği ile karşılaştılar, işte o zaman beklentilerine göre değil, ama somut gelişmelere dayalı formüle edilmiş bir komünist toplum önereceklerdi. Ne var ki, K. Marx, F. Engels pratisyen olmaktan öte, kuramcıydılar da. Yani, tarihsel gelişmeleri içinde bulundukları koşulları değerlendirerek kestirebilirler, ya da, Komünist Manifesto ile yapıldığı gibi, somut biçimiyle verilmemiş de olsa, en azından komünist toplumun dışlayacağı yapıların ne olduğu hakkında önceden kesin nitelikte yargılara varabilirlerdi. Örneğin, 1848-49 devrimi sonrasında, Frasa’da Bonapartist darbenin enine boyuna ele aldığı Onsekizinci Brumaire adlı eserinde K. Marx, burjuva devletin niteliğini enine boyuna değerlendirdikten sonra sunları söyleyecekti: “Proletarya devrimi, tümüyle farklı tipte bir güce gerek duyacaktır ve bu hiç de onun emekçi kesimlerin sömürü mekanizması niteliğine dokunmaksızın mevcut burjuva devlet makinesini ele geçirmekle sınırlı kalmayacaktır. Bu nedenle, proletarya devrimi, bütün gücü ile burjuva devrimini dağıtmaya yöneltmelidir.” Lenin, K. Marx’ın bu saptaması ile ilgili ilginç bir yorum getirir: “Komünist Manifesto içinde yer alanlar ile kıyaslandığında, bunun Marksizm’de muazzam bir aşama olduğunu belirtmek gerek. Komünist Manifesto’da devlet sorunu esas olarak çok soyut bir biçimde ele alınmıştır. K. Marx’ın bu saptaması ise bu sorunu çok daha somut olarak ele almakta, buna kesin ve pratik çözüm getirmektedir. K. Marx’ın dediklerine kulak vermeliyiz: Şimdiye kadar olan devrimler, devlet mekanizmasını mükemmelleştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Oysa, asıl yapılması gereken onu paramparça etmektir.” V.İ. Lenin: Toplu Eserler, Cilt 25, s. 411.



[5] K. Marx, F. Engels, e.g.e., s. 8



[6] “... Modern sanayinin son yirmi beş yıl içindeki hızlı gelişmesi ve onunla birlikte işçi sınıfı partisinin gelişen örgütlenmesi; Şubat Devriminin ve ondan daha önemlisi, ilk kez olarak proletaryanın politik egemenliği iki ay elinde tutmuş olduğu Paris Komünü’nün pratik deneyimi karşısında, bu programın bazı ayrıntıları artık eskimiştir. Paris Komünü, özelikle bir şeyi, işçi sınıfının hazır bir devlet mekanizmasını eline geçirip onu kendi amaçları ile kullanmakla yetinemeyeceğini kanıtlamıştır...” K. Marx, F. Engels, e.g.e., s. 8.



[7] Yaşasın Komün!



[8] Muzaffer proletarya için burjuva devlet makinesini kırma zorunluluğu üzerindeki Fransa’da İç Savaş’ta ortaya konan ve buradan Komünist Manifesto’nun 1872 yılı Almanca baskısına aktarılan tez, ilk olarak Luis Bonarapte’ın 18 Brumaire’si içinde dile getirildi.



[9] F. Engels’in bu sözü (K.Marx, Fransa’da İç Savaş, İkinci Baskı, Sol Yay., s. 19), K. Marx’ın proletarya diktatörlüğünün devleti kısa süre için burjuvaziye karşı savaşımında araç olarak kullanmalıdır (K. Marx, Gotha ve Erfurt Programları) sözüne açıklık getirmesi bakımından çok önem taşımaktadır. F. Engels, Paris Komünü’nün kendisine kalıt devletin en zararlı yerlerini hemen budadığını söylüyor. Ordunun lağvedilmesi ve devlet memurlarının seçim ile görevlendirilmesi ve memur maaşlarının işçi ücretleri ile eşitlenmesi Komün’ün ilk uygulamaları arasındadır. Öyle anlaşılıyor ki, K. Marx’ın sözünü ettiği süre çok kısa tutulmalıdır ve bir şer odağı olan devletin yeni dönem ile birlikte derhal tasfiye edilmesi kaçınılmazdır.



[10] Marx ve Engels, daha en başından beri Paris Komünü'nde yönetimi Proudhoncu ve Blankistlerin oluşturduğunun farkındadır. Blankistler, proleter devrimci içgüdüsüne sahiptiler ve aralarından ancak küçük bir bölümü, Alman sosyalizminden haberdardır. Proudhoncular ise, küçük köylülük ve zenaatçiliğini temsil eden sosyalistlerdir. Bunlar, Komün'ün eksikliklerini ve Fransız Bankasının kapıları önünde devlete karşı duydukları kutsal saygıyı açıklar. Her şeye rağmen, komploculuk okuluna özgü sıkı bir disiplinle bağlı Blankistler, anlaşılmaz bir şekilde gerçekten ulusun kendisi tarafından kurulacak ulusal bir örgütlenme çağrısı yaparlar. Ordu, siyasal polis ve bürokrasinin alaşağı edilmesini sağlayan da işte bu gücün ta kendisidir. Şimdiye kadar olan biçimiyle devlet gücünün parçalanması ve yerine gerçekten demokratik Komün'ün geçmesi, yanlışlardan kalkarak şaşmaz bir şekilde doğruları bulan Blankizm ve Proudhonculuğun da sonunu getirecektir. Her şeye karşın Engels, Paris Komünü hakkında August Bebel’e Ekim 1884’te yazdığı bir mektupta şunları söyleyecektir: “Üç ay boyunca, hem de Paris gibi bir yerde, dünyayı yolundan çevirecek şekilde iktidarı elinde tutan Komün, bir taraftan eski sosyalizmin mezarını, aynı zamanda da yeni uluslararası komünizmin beşiğidir” (K. Marx, Fransa’da İç Savaş, Sol Yay., II. Baskı, s. 156.)



[11] F. Engels, Paris Komünü 20. Yıldönümü için, 18 Mart 1891.



[12] Lenin, bu alanda Marksist öğretinin özetlemesini oldukça sağlıklı yapar. Öyle ki, Komünist Manifesto’nun 1872 yılındaki Almanca baskısındaki önsöz içindeki değişikliğin önemine deyinir ve Komünist Manifesto’yu okuyanların çoğunun bu değişikliği ve bunun önemini görmediğini söyler. Ne var ki Lenin, Marx’ın proletarya egemenliği ile devlet kavramının uzaktan yakından ilgisi olmadığı ve proletaryanın devlet makinesini her ne pahasına olursa olsun parçalanması gerektiği konusundaki uyarılarının farkındadır; ama Sovyetler Birliği içinde bunu başaramayacaktır.



[13] V. Lenin, State and Revolution, Seçme Eserler, cilt 25, s. 381-490.



[14] “24 Ekim 1917 gecesi, zor kullanılmadan, dirençsiz ve hemen hemen tek kurşunsuz geçip gitti. Gerçekten bu devrim miydi? Ertesi sabah erken saatlerde belli olmuştu ki, gerçekten devrimdi: Hükümetin tüm görevini geçici şekilde yüklenen Sovyet Devrimci Askeri Komite imzalı bülten sokak duvarlarına asılmış bulunuyordu. Bu bülten, yeni rejimin bir çeşit doğum belgesidir. ”, François-Xavier Coquin, 1917 Rus Devrimi, May Yay., s. 123.



[15] V. Lenin, State and Revolution, Seçme Eserler, cilt 25, s. 381-490.



[16] Lenin’in burada söylediklerinin geçerliliği kuşkuludur. K. Marx’ın Felsefenin Sefaleti adlı eserinde zora dayalı devrim unsurunu ancak satır aralarında bulmak mümkün. Bu, biraz da proletaryanın devrim hareketi ve onun niteliğini hakkında Marx’ın başvurulacak en son eserlerinden biri olmasından kaynaklanır. Ama en fazla işçi sınıfının tarihsel uzlaşmazlığı ile ilgili olarak söylenenler olarak şu açıklamalar yer alır: “Ezilen sınıfın kurtuluşu demek, yeni bir topumun yaratılması demek olmaktadır böylece. Ezilen sınıfın kendini kurtarabilmesi için, o ana dek elde edilmiş üretici güçlerle varolan toplumsal ilişkilerin artık yan yana olmamaları gerekir... Burjuva düzeninin kurtuluş yolu nasıl tüm katman ve zümrelerin kaldırılması olduysa, işçi sınıfının kurtuluş koşulu da bütün sınıfların kaldırılmasıdır”.... İşçi sınıfı, uzlaşmaz karşıtlıklarını dışta bırakacak bir birlik koyacaktır ve bu anlamıyla politik iktidar diye bir şey kalmayacaktır.... Bu öylesine bir mücadeledir ki, en yüksek ifadesine götürüldüğünde, toptan bir devrim olur... Ancak sınıfların ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının artık bulunmadığı bir düzende toplumsal evrimler, politik devrimler olmaktan çıkacaklardır. O zamana dek, toplumun her genel yeniden altüst oluşunun arifesinde, toplumsal bilimin son sözü hep şu olacaktır: Le combat ou la mort: la lutte sanguinaire ou le néant. C’est ansi que la question est invinciblement posée (G. Sand) – Ya savaş, ya ölüm, ya kanlı mücadele, ya yok olma. Sorun işte böyle amansızca konulmuştur.” Bunların dışında, Marx ve Engels’te zora dayalı devrimin Marksizm'in temel yasası olduğunu belirten herhangi bir tanımlamaya rastlanmaz.



[17] V. Lenin, State and Revolution, Seçme Eserler, cilt 25, s. 381-490.



[18] R. Luxemburg’da, bu konuda Lenin’i eleştirir ve şunları söyler: “Lenin, “Devlet ve Devrim: Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş” adlı eserinde, şöyle diyor: “Burjuva devleti, işçi sınıfı için bir baskı aracını işlevi görür; sosyalist devlette ise burjuvazi için bir baskı aracı olacaktır.” Bu şekilde Lenin, sosyalizmi bir bakıma baş aşağı çevrilmiş bir kapitalist devlet olarak tanımlamış oluyor. Ama bu basitleştirme, temel bir hususu gözden kaçırıyor: burjuva sınıfının halkın tümünü politik eğitim ve öğretimden geçirmesine gereksinimi yoktur, yada bunu çok sınırlı ölçüde tutması mümkündür. Oysa, proletarya diktatörlüğünün var olabilmesi için bu husus hayati önem taşır.”



[19] V. Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 109.



[20] V. Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 108.



[21] F. Engels, Conrad Scmidt’e 27.10.1890 tarihli mektup (Marx/Engels Seçme yazılar,



[22]. Baskı, 1974), Marx ve Engels, Devlet ve Hukuk Üzerine, May yay. 1977, s. 64.



[23] Devletin böyle bir dönüşüm sürecine girişi, tümüyle kapitalizmin bunalımı ile bağlantılı bir durumdur. Kapitalist üretim anarşisi zamanla tüm sistemin çökmesine yol açabilen zıtlıkları barındırır. Bunun en tipik örneği İngiltere’deki On Saat Yasası’dır. Kâr oranlarındaki düşme eğilimi giderek işçilerin günde 16 saat çalışmalarını gerektirecek düzeye geldiğinde ve artık bu koşullar altında işçi sınıfının ayakta kalamayarak yok oluş sürecine girmesi ile devlet kapitalist sistem adına müdahale ederek sermayenin aleyhine, ama kapitalist sistemin tümü yararına çalışma saatlerini düşürmek durumunda kalır. Günümüzde, kapitalist sistem içinde devletin sahip olduğu yetkiler, dünya savaşları aracılığı ile kitlelerin mahvına yol açabilecek düzeyde vahim kararlar alacak düzeye ulaşmıştır. ABD yönetimi, artık Kore, Vietnam ve bugüne kadar olan süreçte benzeri kitle katliamlarını içeren savaşlara karar verebilmektedir.