BÖLÜM I

Giriş

Marksist ideoloji, her dönemde çok çeşitli karalama, çarpıtma ve saldırılara hedef oldu. Kapitalist sistemin kaçınılmaz çıkmazını gösteren, buna karşı yeni bir dünya düzeni öneren ve bunun için proletaryayı son hamleyi yapmaya çağıran Marksizm’in düşmanları tarafından bu saldırılar bir yerde anlaşılabilir. Ama, genellikle Marksist ideolojiyi benimsemiş görünen veya Marksist düşünce sistematiğini kullananların Marksizm’i tahrif etmeye çalışmaları, her zaman için açıklıkla tanımlamak mümkün olmaz.

Çoğunlukla Marksist çerçeveden yola çıkılır. Bayağı Marksizm, üretimin ilişkisini göz ardı ederek paylaşımı öne çıkartır ve bunun adil olması ve toplumsal nitelik kazanmasını sosyalizmin başlıca hedefi olduğunu söylerken, esas olarak Marksist üretim ve dağıtım modelini esas almaktadır. Bernstein revizyonizmi görüşlerini Marx’ın sınıf hareketine verdiği önceliğe dayandırır, ama giderek teoriyi inkâra yönelir. İkinci Enternasyonal önderliği, sınıf hareketinin dönüm noktasına ulaştığı dönemde çark ederek burjuvazi ile uzlaşma yolunu seçer. Yakın zamanda, soğuk savaş propagandasından kendini kurtaramayan Avrupa komünizmi, proletarya diktatörlüğünü inkar ederek Avrupa işçi sınıfının devrimci özünü yok eder.

Marksizm’in her zaman çok düşmanı oldu. Kapitalist toplumda burjuvazi ve onun yandaşlarından başlayarak çıkarları burjuvazi ile az çok uzlaşan geniş bir yelpazede yer alan sınıf ve tabakalar, bilinçli olsun olmasın Marksizm’e düşman kesildiler. Ama bu düşmanlık, Ekim 1917 devriminden sonra çok daha farklı bir nitelik kazandı. Proletarya, eski Çarlığın tüm Doğu Avrupa’yı kapsayan ve en uzak Asya steplerine, kuzeyde Sibirya düzlüklerine yayılan geniş topraklar üzeride hüküm süren muazzam bir devlet olarak egemenliğini ilan etmişti. Yeryüzünün altıda biri, komünistlerin egemenliğindeydi! Bu düşmanlık, artık tümüyle resmi, ulusal, uluslararası ve en geniş saldırı, karşı propaganda, karalama ve yıldırma kampanyasına dönüşmüştü. Genç proletarya devleti, ülke içinde devrimcilerin başlattığı iç savaş yanı sıra, emperyalist ülkelerin kışkırtması ile proletarya devletine saldırıya geçen on dört ayrı kapitalist saldırganla savaşmak durumunda kalmıştı.

Ama her şeye rağmen, proletarya devleti gelişmesini sürdürdü. Dünyada yükselen devrimci dalga insanlığın mahvına ramak kalması pahasına yürütülen faşizme rağmen durdurulamıyordu. İkinci savaş sonrası dünya, komünizmi yepyeni ufuklara taşıdı. Artık proletarya devrimi, eski Rusya sınırlarının çok ötesi kapsıyordu. Bütün Doğu ve Orta Avrupa, Güneyde Balkanları içine alan ve neredeyse yalnızca zengin Batı Avrupa dışarıda kalacak şekilde Bütün Avrupa, Doğuda, 1949’dan sonra Çin, biraz sonra Kore’nin bir kısmı, Uzak doğuda Vietnam, Laos, Kamboçya, son olarak Küba, proletarya devletlerinin egemenliğini ilan ediyordu.

Proletarya egemenliğini izleyen Asya ve Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin bir çoğunda, proletaryanın güçlü olmadığı ya da hiç olmadığı ulusal kurtuluş hareketleri hızla yükselmeye başlamıştı. Artık dünyanın dört bir tarafında, Sovyetler’in desteği ile dünya devriminin emin adımlarla yükselmesine tanık olunuyordu. Ama bu durum, emperyalist ülkeleri kesin bir tavır almaya yöneltmekte gecikmeyecekti. Komünizmin yükselmesi, emperyalist kapitalist ülkeleri kendi içinde birlik ve dayanışmaya iten bir motivasyon oldu. Soğuk savaş ilan edildi, emperyalist ülkeler çeşitli askeri ve stratejik birlikler altında bir araya geldi ve sosyalist dünyaya karşı saldırgan tavırlarla gerginliği tırmandırma politikası izlenmeye başlandı.

Geleneksel ve nükleer silahlanma öyle bir noktaya vardı ki, bir ara tüm dünya nükleer bir savaşın eşiğinden döndü.

Sovyetler’in kurulduğu ilk günden başlayarak kendisini çevreleyen kapitalist ülkeler, en son bir nükleer savaş dünya savaşı tehdidi ile karşı karşıya kalması ile artık yepyeni bir aşamaya gelecekti. Bu yeni aşama, hem kapitalist ve hem de sosyalist sistem için karşılıklı belirleyici nitelik taşıyacaktı. Sovyetler, kapitalist zincirin en zayıf halkasında, dünya kapitalist sisteminin çok özgün koşullarında kurulmuştu. Bu özgün koşullarını belirleyen temel faktör de, kapitalist ülkeler arası çelişki idi. Ama yine de, Sovyetler’in kuruluşu ve gelişimi, tümüyle kapitalist düşmanlıklar ile belirlenmiş olmaktan kurtulmayacaktı. Emperyalist saldırılara karşı yurt savunması, Sovyetler içinde sürekli olarak gücünü merkezi değil, yerel otoriteden alan sosyalist demokrasinin kurulmasına engel oluşturacaktı.

Ama artık Sovyetler’in kapitalist ülkeler arası çelişkilerden yararlanma imkanının kalmadığı ortadaydı. Art arda iki defa insanlığın mahvına yol açan dünya savaşı sonrasında, artık bu süreçte niteliksel bir dönüşüm yaşanmış, kapitalist dünya içinde oluşturulan askeri ve ekonomik ittifaklar ve tabii, ekonomik güç dengelerinde savaş sonrası ortaya çıkan yeni durum nedeniyle Amerika süper güç olarak ortaya çıkmıştı.

Sorun, kuşkusuz kapitalist ve sosyalist ekonomilerin askeri veya ekonomik üstünlükleri ile bağlantılı değil, çünkü her iki sistem de birbirini tümüyle yok etmeye yetecek nükleer silah üretmişti, ama sorun, iki sistem arasındaki çelişkinin, her iki tarafın da yok olabileceği bir nükleer savaş çelişkisi temelinde gelip dayanmasıydı. Üstelik bu durum, kesinlikle Amerika’nın süper güç olması nedeniyle tek başına temsil ettiği bir karşı karşıya gelme durumuydu. Sovyetler’in artık kapitalist ülkeler arası çelişkiden yararlanma olasılığı kalmamıştı.

Bu durum, Sovyetler için tam bir tıkanma noktasıydı. Birbirinden tümüyle farklı iki ekonomik sistem, aynı rekabet koşullarında karşı karşıyaydı. Savunma ve savaş ekonomisi kapitalist sistemin can damarını oluştururken, Sovyetler için tam bir yıkım anlamını taşıyordu. Kapitalist sistemde üretim pazar için yapılır. Kapitalist sistem, uluslararası gerginliğin tırmandırılması politikası ile, gerek kendi askeri makinesi – Pentagon ve gerekse dünya çapında oluşturduğu silah pazarlarına yaptığı silah satışları ile ekonomisini besler ve güçlendirir. Oysa, Sovyetler’de meta üretimi ve pazar yoktur. Sosyalist ekonomilerde sadece kullanım değeri olan mallar üretilir. Sovyetler’de üretilecek silah veya nükleer başlıklar, yurt dışına satılmıyorsa, ülke içinde hiç bir değer taşımaz ve tümüyle ekonomiye yüktür. Kuşkusuz, bu kapitalist ekonomi için de yüktür, ama bu yükü kapitalist ülkelerde başta emekçi kesim olmak üzere vergi verenler ve uluslararası sömürü yolu ile yoksul ülkeler çeker.

Dünyanın nükleer savaş tehdidi altında kalması, olası bir savaşta bir anda yok olacak binlerce, milyonlarca insan bir yana bırakılırsa, kapitalistlerin giderek zenginleşmesi için temel bir motivasyon oluştururken, öte yandan Sovyetler’in yoksullaşmasına yol açan bir mekanizma niteliğini taşıyordu. Kuşkusuz, bir kez daha söylemek gerekir ki, silahlanma yarışı, sadece kapitalist ekonomiyi elinde tutan sermayeyi zenginleştirir; Sovyetler’de ekonomiyi zayıflatan etkinin benzeri, kapitalist ülkeler için de geçerlidir; ama orada etki daha dolaylıdır: ABD hükümeti – bütçeden daha fazla silahlanmaya kaynak aktardığında bu kaynaklar, halkı Sovyetler’den gelebilecek bir tehdide karşı koruma bir yana bırakılırsa, vergi verenlerin cebinden silah sanayicilerinin zenginleşmesi anlamını taşır. Aynı durum, uluslararası sömürü aracılığı ile tüm dünya ülkeleri kaynaklarının silah sanayicilerinin kasalarına aktarılması demektir. Bu nedenledir ki, istisnasız bütün Afrika ülkelerinin son 30 yıldır ulusal geliri azalma gösterirken, bütün yoksul ülkelerin emperyalist ülkelere olan borçları artmakta, açlık sınırında yaşamaya mahkum edilen milyonlarca insan sayısı her geçen gün artmakta, zengin ve yoksul ülkeler arasındaki uçurum güç geçtikçe derinleşmektedir. Bir taraftan kapitalist ülkeler zenginleşirken (ama gelir dengesizliğinin daha da bozulması pahasına) bu zenginleşme, küresel çapta emperyalizmin mezar kazıcılığını hızlandırmaktadır.

Yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlayan ve zaman içinde iyice olgunlaşarak son aşamada tam bir nükleer çatışma noktasına gelen süreç, artık Sovyetler’in kuruluşundan bu yana karşı karşıya kaldığı emperyalist kuşatmadan artık kesinlikle sıyrılamayacağını açıklıkla gösteriyordu. Ekim devrimi ve sonrasında iç savaş, bunun ardından emperyalist kuşatmaya karşı devrimin savunulması için verilen savaş, daha sonra faşizmin saldırısı ile milyonlarca insanının hayatı ve ülkenin büyük ölçüde tahrip edilmesine yol açılmasından sonra barışın sağlanması ile yeşeren umutlar bir kez daha, bu sefer Soğuk Savaş’ın yol açtığı tırmanma ve muhtemel bir nükleer yok oluşa doğru gidiş ile kayboluyordu. Sosyalist toplumda insanların karşı tarafın bu çılgınca tırmanışına dayanacak güçlerinin sınırına yaklaşılıyordu.

Sovyet sistemi, sosyalist toplum vaadi ile yola çıkıyordu. Bu, en başta barış, ekmek ve özgürlük, daha sonra da sosyalist toplum ve sosyalist yaşam tarzı vaat ediyordu. Ama sosyalist toplumun kurulması, nihai olarak ancak bir dünya devrimi ile mümkün olabilirdi. Emperyalist kuşatma altındaki Sovyetler’in bu vaadini gerçekleştirmesi, mümkün olamazdı. Sovyetlerin kesintisiz bir emperyalist saldırı tehdidi altında kalmaya mahkum olması, zorunlu olarak vaat edilen toplum biçiminin yerleştirilmesi için mutlak bir engel oluşturmaktaydı. Sovyet insanı, uzunca yıllar yurdun savunması için fedakarlıklarda bulunmuştu. Ama şimdi, bir taraftan sosyalist toplumun ulaştığı düzey ile değerlendirme yaparken kendini uzun yıllar emperyalist sömürü ve talan sonucu zenginleşmiş kapitalist ülkeler insanı ile kıyaslıyordu. Hatta bu kıyaslamayı yaparken, o ülkelerdeki milyonlarca işsiz, evsiz barksız, ve açlık sınırının altında olanları bile görmüyordu.

Kuşkusuz, Sovyet insanının bu bakış açısındaki öznel yaklaşımı makul karşılanmalıdır; çünkü artık emperyalizmin topyekün dünya sistemi olarak kendi içindeki bütünleşmesini – şimdilik sağlanmış görünüyordu ve bu Sovyet toplumu için sosyalizmin kurulmasını bir başka bahara ertelemesi anlamını taşıyordu.

Sovyetler’de sosyalizmin kuruluşunu engelleyen bu dış dinamiğin yanı sıra, büyük ölçüde bundan kaynaklanan, ama yine de kaçınılmaz nitelikte olmayan bazı sorunların olduğu görülüyor. Sovyet Devriminin ilk yılarında, içinde proletarya devriminin ve yeni toplumun kuruluşu yolunda sınıfı hareketinin karşı karşıya kaldığı çok büyük sorunlar var. Devrimin başlangıç ve yeni toplumun ilk temellerinin atıldığı ve “devrim yılı” olarak tanımlanabilecek bu dönemde, bugün gelinen noktada temel olan sorunların nüvesini barındırıyor. Gerçekte devrim yılı, Brest Litovsk anlaşmasının imzalandığı 1918 yılının ilk aylarına kadar devam ediyor ve bu süreç tamamlanıyor. Daha sonrasında da, devrim sonrasında, yeni toplum düzeninin az çok belli olduğu 1918 yılı ortalarına kadar, en fazla iş savaşın başlangıcında kadar olan süre ile sınırlamak mümkün. İç sonrasında ise bir kez daha devrimin çizdiği rotanın kaderinin belli olacağı bir yol ayrımına geliniyor. Bütün bir 1921 yılı, Sovyet devriminin kurumlarının, Sovyetler, parti, işçi sendikaları ve proletaryanın sosyalist örgütlenme biçimi üzerinde tartışmalar ve derin çalkantılarla geçer, ama bu tartışmaların ve özellikle muhalefet olarak nitelenen ve ağırlığını işçilerin oluşturduğu kesimlerden gelen uyarılar ciddiye alınmaz. Sovyetler, kendisi için hayati nitelik taşıyabilecek ve yeni toplum için büyük bir anlamını taşıyan bu uyarıları kendisini çok erken gösteren bir bilgiçlik ve küçümseme ile elinin tersiyle iter.

Bu çalışmada esas olarak daha çok Lenin, Kollontai ve Troçki, ile özdeşleştirilecek olan Sovyet öncülerinin düşünce ve uygulamaya soktuğu Marksist eylemler; Şubat ve Ekim devrimi, proletarya diktatörlüğü, işçi-köylü ittifakı, işçi kontrolü, Sovyetler ve parti, enternasyonalizm ve son olarak bütün bunların ışığında Sovyet toplum tarihinin kısa bir değerlendirilmesinin yapıldığı teori ve pratik bölümleri altında ele alınarak incelendi. Sovyet liderlerinin görüşleri, K. Marx, F. Engels, R. Luxemburg gibi Marksizm’in kurucularının görüşleri ile bir kez daha ele alınmaya çalışıldı. Bu çalışmanın amacı, Sovyet toplumunun çözülmesi nedenlerini geriye dönerek, bu başlıklar altında yeni toplumun ilk kuruluş döneminde aramak.

Sovyet devriminin başarısızlığının faturasını yalnızca Sovyetlerin ayakta kalamaması nedeniyle kapitalizmin pençesine düşen Rus halkı ile sosyalist sistem içindeki Bulgar, Romen, Macar, Polonya ve Çekoslovakya’da ve diğer ülkelerde yaşayan halklar ödemekle kalmadı. Rus işçi sınıfına gönülden destek veren, ama hayalleri yıkılan tüm dünya proletaryası ödedi. Neredeyse yüz yıla yaklaşacak bu süreç, tüm dünya sosyalizmin çizgisini belirledi. Bu nedenle, bu döneme ait deneyimler adım adım izlenmeli, olabildiğince dersler çıkarılmalıdır.

Sosyalist sistem, tarih boyunca süregelen sömürü ve yoksulluk ile buna bağlı uygulanan her türlü baskı ve şiddetin sonu demekti. Tüm dünya halkları, Bolşeviklerin başarısını büyük bir heyecanla karşıladılar. Bütün coşku ve heyecan uyandıran tarihsel olaylarda olduğu gibi, Bolşevik devrimi de uzun süre bir gizem ve mit perdesinin ardında kaldı. Yaratılan mitlerin başında, Marksist toplum biçimi gelmekteydi. En basit anlatımıyla bu mit, kapitalizm, özel mülkiyet biçimi olduğuna göre, sosyalizmin de devlet mülkiyeti biçimi olduğuna ilişkin basitleştirme ile bağlantılıydı. Sovyetler tam da bunu başarmış, özel mülkiyet tasfiye edilmiş, devlet mülkiyetinin en geniş biçimi uygulanmaya başlamıştı. Bu anlamda Sovyetler ideal sosyalist toplum modeliydiler.

Oysa tam tersine, devlet ile ilgili yakıştırılacak bir şey varsa, o da Marksizm'in her türlü devlet anlayışına karşı olduğudur. Kuşkusuz, bu tavır öznel ve voluntarist olarak algılanmamalıdır. Bir kere tarihsel süreç içinde devlet olgusunun ortaya çıkışı kaçınılmazdır; bu üretim araçları mülkiyeti ile bağlantılı bir ayrıcalıktır; bu mülkiyet biçimi, devletin örgütlenişini kaçınılmaz ve mümkün kılar. İkincisi Marksizm’e göre, üretimin toplumsallaşmasına karşı üretim araçlarının toplumsallaşması süreci tarihi materyalist gelişme sürecin bir sonucudur; bu şekilde üretim araçları mülkiyeti ortadan kalktığında da, devletin varlığı kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Bu yaklaşım itibarı ile, Marksizm'in devlete yandaşlığı ya da karşı oluşu yaklaşımı, Marksizm ve devlet bağlamında yanlış olur. Kuşkusuz, bir önceki önermeden hareket edildiğinde, sonuç olarak Marksizm ve devlet ile bağlantının çok zayıf, ancak, Paris Komünü tipi devlet biçiminde olduğu gibi, salt burjuvazinin saldırılarına karşı savunma amacını taşımalıdır. Bu çok kısa süreli dönem dışında, her türlü devlet biçimi düşünülemez.

Marksist kuram, yeni toplum biçiminin daha çok nasıl olmayacağı üzerinde durmuş, nasıl olması konusu üzerinde ise hemen hemen hiç durmamıştır. Bu açıdan bakıldığında, Sovyetler’de kapitalist ülkelere has temel kategorilerin tümünün geçerliliğini yitirdiği görülür: Burjuva devleti, üretim araçları özel mülkiyeti, piyasa ekonomisi, meta üretimi, artı değer, genişletilmiş yeniden üretim. Marx ve Engels, sosyalizmin proletaryanın sayıca nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu gelişmiş ülkelerde ve bir dünya devrimi olarak gerçekleşeceğini söyler; bu bakımdan Sovyetlerde bir sosyalist topluma özgü bazı özelliklerin geliştirilip yerleştirilmesi bu ön koşulların gerçekleşmesine kadar zaman alabilirdi. Bunların en başında, belki de Anayasada ifadesini bulmuş şekliyle, Sovyet toplumunun tüm meşruiyetinin temelini oluşturan Yerel Sovyetler tarafından bir bakıma halkın kendi kendisini yönetilmesi ilkesi gelmekteydi. Ama bu mümkün olamadı; her seferinde bir kere daha koşulların buna uygun olmadığı zamanla bu bahanenin geçerliğini yitirmesine rağmen hala daha öne sürüldü. Sovyetler Birliğinde, proletaryanın tek başına devrimi sürdürecek güce ve olgunluğa oluşmamış olduğu görüşleri artık akla başka şeyler getirmekteydi.

Sovyetler Birliği için sis perdesi içinde kalan bir başka gerçek, işçi sınıfının kendiliğinden hareketi sonucu ortaya çıkan Şubat Devrimi ve bunun sonucunda Çarlık monarşisine son vermesi ile bağlantılıydı. Şubat devrimi gerçek bir proletarya devrimiydi. Rusya’da devrim koşullarının oluşması ile kendiliğinden harekete geçen proletarya, Paris Komünü ile benzer şekilde, bu sefer 1905 devrimi ile kazandığı deneyiminden de yararlanarak çok daha olgun ve kararlı bir biçimde harekete geçer ve oluşturduğu işçi asker Sovyeti ile Çarlığa son verir. Şubat devrimindeki devrimci koşullar, proletaryanın bu koşullar altında kendiliğinde harekete geçişi ve feodalizme son verişi; bütün bunlar devrim anında kitlelerin bilinçliliği, devrimi gerçekleştirişi ve iktidara gelişi ile ilgili zengin deneyimler sağlar.

Şubat devrimi ile feodalizmin yıkılmasının hemen ardından kurulan burjuva yönetimine son veren Ekim devrimi, Şubat devrimi ile gerçekleştirilen burjuva demokratik devriminin hemen ardından Lenin’in sosyalist devrim hedefi doğrultusunda gerçekleştirildi. Lenin bu konuda kendisi dışında hemen herkesten farklı düşünüyordu. Rusya’da devrimin sosyalizm aşamasına geçişi ve bunu gerçekleştirecek öznel unsurların (işçi sınıfı ve onun devrimci iradesini temsil eden partinin) yeterli düzeyde oluştuğunu söylüyordu. Ama Ekim devriminden hemen sonra Bolşevik parti ve Rusya’da işçi sınıfı mücadelesinin 1917 yılı ve sonrasında ulaştığı olgunluk düzeyinin yeterli olamayacağı kısa bir zaman içinde anlaşıldı. Rusya’da halk komiserlerini oluşturan Bolşevikler, karşılarında yalnızca feodalite, burjuvazi ve çıkarları onlarla birlikte olan ara sınıf ve tabakaları değil, ama Rusya nüfusunun yüzde 80’ini oluşturan köylülüğü bulacaktı.

Rusya’da sosyalizmin kuruluş amacı, yerini sosyalizme geçiş strateji ve taktiklerine bıraktı. Bolşevikler, köylülüğü, bir bakıma eski Narodniklerin uzantısı olan, ama şimdi orta ve büyük köylülüğü de içine alacak şekilde temsilciliğini yapan Sosyal Devrimcilerle koşulsuz işbirliğine gidildi. Lenin, işçi-köylü ittifakını stratejisini geliştirdi. Ekim devrimi, iç ve dış düşmanlarının saldırısı ufukta görünmeye başladığında yeni biçimini almaya başlamıştı. Artık devrimin savunulması ön plana çıkmıştı. Siyasi otoritenin sağlanması adına, sanayide ana hatları ile, şu yada bu biçimde oluşturulan merkezi otoriteye sıkı sıkıya bağlı bir yapı, devrimi gerçekleştiren proletaryanın devrimci örgütlenme biçimine son verilmesi ve eski düzene bağlı geleneksel sendika örgütlenme biçimine tabi kılınması ve tarımsal kesimde tarım burjuvazi yararına demokratik devrim olarak tanımlanan, eski serfliğin tasfiyesi ile sınırlı kalan burjuva devrimi.

Günümüzde Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemin dağılması, Marksist hareketin genel olarak yılgınlığa düşmesine yol açtı. Artık tarihin sonuna gelindiğini düşünen herkes, yeniden en başa dönerek bayağı Marksistlerin yaptığı gibi, sınıf mücadelesini kapitalist toplum sınırları içinde kalınarak işçi sınıfı yani sıra diğer çeşitli sosyal katman ve zümreler adına belli kazançlar sağlanması olarak değerlendirilmeye başladı. Artık demokrasi, insan hakları, etnik kimlik arayışı, kadın hakları, üçüncü cinsiyet hakları, vs. için mücadele çağrısı, sınıf mücadelesini gölgede bırakmaya başladı. Demokratik mücadelenin yeterli olmayacağını düşünenler bile suçu küreselleşmeyi savunan ve devlet, kamusal alanlar, sivil toplum kurumları vs. gibi “kutsal” yapıları eline geçirenlere atarak emperyalist kapitalizmin dönüşümü ile yok olma sürecine giren unsurlarla aynı kaderi paylaştılar.

Geriye dönüp bakıldığında Marksist hareketin ortaya çıkmasından bu yana geçen tüm işçi sınıfı tarihinin inişli çıkışlı bir süreç içinde olduğu, elde edilen onca başarının yanı sıra bir dizi hayal kırıklığı ve başarısızlıklarla dolu olduğu görülür. Daha yakından bakıldığında ise, bütün bu hayal kırıklıklarının gerçekte her birinin birer kazanç, deneyim ve ilerleme olduğunu görmek mümkündür. Ama gerçekte bütün olup bitenler, kendine özgü somut yasaları olan insanlık tarihinin sübjektif yönlendirmelerden sapmaksızın adım adım ilerleyişinden başka bir şey değildir. Nasıl ilk ortaya çıkışından bu yana tarih bilimini anlayamayan, veya yanlış anlayanlar eninde sonunda hüsrana uğramışlarsa, aynı şey, bir kez daha, en umulmadık bir şekilde, tüm sosyalist sistemin dağılmasına yol açmıştır. Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemin yüz yüze geldiği bu durum, tarihin kendi mecrasında somut ilerleyişinin ne kadar umulmadık ve olmayacakmış gibi görünse bile, hiç bir engel tanımayacağını göstermektedir. Marx’ın, Luis Bonapart’ın 18. Brumairesi içinde dile getirdiği gibi, proletarya hareketi sürekli kendini eleştirir, kendi akışlarına kendileri engel olur, bir an hasımlarını yere serermiş gibi görünmesine rağmen onları yeniden güçlenmiş olarak karşısında görür, kendi hedeflerinin muazzam sonsuzluğu karşısında sürekli gerilerler; ta ki, her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar onu artık son hamleyi yapmaya çağırana kadar.